![]() |
Zilean Hikayesi |
'Şampiyon Zilean'
Zaman Bekçisi
Özellikler;
Can:
504 (+82 seviye başına)
Can Yenileme:
5.5 (+0.5 seviye başına)
Saldırı Gücü:
51.64 (+3 seviye başına)
Zırh:
24 (+3.8 seviye başına)
Saldırı Hızı:
NaN (+2.13% seviye başına)
Büyü Direnci:
30 (+0.5 seviye başına)
Hareket Hızı:
335
Yetenekleri

Zaman Kumbarası
Zilean zamanı Deneyim şeklinde biriktirir. Takım arkadaşlarından birinin seviyesini tamamlamaya yetecek kadar Deneyim biriktirdiğinde, takım arkadaşına sağ tıklayarak bunu aktarabilir. Zilean verdiği kadar Deneyim de kendisi kazanır. Çatışmada kullanılamaz.

Saatli Bomba
Menzil: 900
Hedef
bölgeye doğru fırlattığı bomba, yakınından geçen birimlere yapışır
(Şampiyonlara öncelik verir). Bomba 3 saniye sonra patlayarak alan
etkili hasar verir. Yerleştirilen Saatli Bomba, başka bir Saatli Bomba
tarafından erken patlatılırsa, ek olarak rakipleri sersemletir.
Zilean
hedef konuma doğru zaman ayarlı bir bomba fırlatır. Bomba, etrafındaki
küçük bir alandan geçen ilk birime yapışır (Şampiyonlara öncelik verir).
Bomba 3 saniye sonra patlayarak etraftaki bütün rakiplere
75/115/165/230/300 (+90% Yetenek Gücü) büyü hasarı verir. Bir birime iki
bomba yerleştirilirse, ilk bomba erken patlayarak etki alanı içinde
kalan bütün rakipleri 1.1/1.2/1.3/1.4/1.5 saniye sersemletir.
Menzil: 600
Zilean diğer temel yeteneklerinin bekleme sürelerini azaltarak kendini önündeki çatışmalara hazırlayabilir.
Zilean'ın diğer temel büyülerinin bekleme süresi 10 saniye azalır.
Zamanı Bük
Menzil: 550
Zilean
herhangi bir birimin etrafında zamanı büker, kısa süreliğine rakip
birimlerin Hareket Hızı azalır, takım arkadaşlarınınki ise artar.
Zilean
dost bir şampiyonun Hareket Hızı değerini 2.5 saniyeliğine
%40/55/70/85/99 arttırır. Seçilen hedef rakipse, Hareket Hızı aynı süre
ve oranda azalır.
Zaman Kayması
Menzil: 900
Zilean dost bir şampiyonun üzerine koruyucu bir zaman rünü işler ve ölümcül hasar alması halinde, zamanda geri dönmesini sağlar.
Zilean
kendini ya da bir takım arkadaşını {{ rduration }} saniyeliğine
koruyucu bir zaman rünüyle işaretler. Hedef ölümcül hasar alırsa,
zamanda geri döner ve {{ rtotalheal }} Can ile yeniden ortaya çıkar.
Zilean Sloganı
''Henüz yaşanmamış bir kayıptan daha büyük bir üzüntü yoktur.''
Zilean Rolü
Destek
Zilean Bölgesi
RUNETERRA
Şampiyon Zilean Öyküsü
Benim adım Axamuk Var-Choi Kohari Icath'or.
Axamuk büyükbabamın adı. Bu, keskin kılıçların koruyucusu
anlamına gelen bir savaşçı ismi ve taşıyana uğur getiren bir unvan.
Axamuk, Büyücü Kralların sonuncusuymuş. Shurima'nın Güneş İmparatoriçesi
altın zırhlı askerlerden ve ilahlardan oluşan ordusunu Icathia
krallığına sokmadan önceki son hükümdar oymuş.
Var
annemin, Choi ise babamın adı. Ichat'or içine doğduğum ve kan bağıyla
bağlı olduğum aşiretin adı. Büyücü Kralların hizmetinde geçirdiğimiz
onurlu bir tarihimiz var.
Bu isimleri doğduğumdan beri taşıyorum.
Benim adım Axamuk Var-Choi Kohari Icath’or.
Adıma
yeni eklenen tek yeni şey Kohari. Yeni eklendi ama şimdiden alıştım. Bu
ad artık benim bir parçam ve onu kalbimde alev alev yanan bir gururla
taşıyorum. Kohariler bir zamanlar Büyücü Kralların korumalarıymış.
Hayatlarını efendilerine hizmet etmeye adamış ölümcül savaşçılarmış.
Kral Axamuk Güneş İmparatoriçe'nin ilah-savaşçılarının elinde can
vermeden ve Icathia, Shurima'nın bir beyliği olmadan önce, kendilerini
tek tek kılıçlarının üstüne atarak can vermişler.
Ama
Kohari şimdi yeniden doğdu. Onurlarını yeniden kazanıp yeni Büyücü
Kral'a hizmet etmek için ayaklandılar. Parşömenle sarılmış kılıç
şeklindeki mühürleri koluma dağlandı.
Benim adım Axamuk Var-Choi Kohari Icath'or. Adımı tekrar tekrar söyleyerek, temsil ettiği şeylere sarılıyorum.
Onu unutmak istemiyorum. Elimde bir tek o kaldı.
Yeniden kurulan Kohari birliğinin geri kalanıyla beraber Icathia sokaklarında daha bu sabah mı yürüdüm? Sanki bir ömür önce yaşanmış gibi geliyor.
Geniş
caddelere binlerce erkek, kadın ve çocuk doluşmuş tezahürat yapıyordu.
Geçişimizi kutlamak için en renkli giysilerini giyip, en şık
mücevherlerini takıp krallıklarının yeniden doğuşuna tanık olmaya
gelmişlerdi.
Çünkü bugün yeniden doğan sadece Kohariler değil, Icathia'ydı. Başlarımızı dimdik tutuyorduk. Göğsüm gururdan kabarmıştı.
Hasır kalkanlarımızın deri kayışlarını ve kıvrık nimcha
kılıçlarımızın tel sarılı kabzalarını sımsıkı kavramış, uygun adım
yürüyorduk. Icathia silahları taşımak, Shurima kanunuyla yasaklanmıştı.
Ama ayaklanma gününe hazırlanmak için, gizli demirci ocaklarında bu
silahlardan yapılabildiği kadar yapılıp şehrin her yerindeki zulalara
gizlenmişti.
O günü çok iyi hatırlıyorum.
Haykıran
kalabalıklar, bulabildikleri tüm Shurima'lı yetkilileri kovalayıp
katlederken sokaklar çığlıklarla dolmuştu. Kültürümüzü ortadan kaldırmak
için konmuş aşağılayıcı kanunlara ve bu kanunlara uymayanların
acımasızca idam edilmesine duyulan hınç, kanın sel olup aktığı o vahşet
dolu günde doruğa ulaşmıştı. Ölenlerin çoğunun kâtiplerden, tüccarlardan
ve vergi memurlarından oluşması önemli değildi. Hepsi nefretlik Güneş
İmparator'un hizmetkârlarıydı ve ölmeleri gerekiyordu.
Icathia bir gecede yine bizim olmuştu.
Sevinçle
bağrışan kalabalıklar çatılardaki güneş kursu heykellerini yere indirip
parçalamıştı. Shurima el yazmaları yakılmış, hazine dairesi
yağmalanmıştı. Ölmüş imparatorların heykelleri kirletilmişti. Hatta ben
bile en büyük fresklerden birinin üstüne, annem görse utançtan
kızaracağı küfürler yazmıştım.
Yangının ve dumanın kokusunu hatırlıyorum. Özgürlüğün kokusuydu.
Yürüyüşümüz devam ederken, o hissi içimde muhafaza etmeye çalışmıştım.
Aklımda
gülümseyen yüzler ve tezahüratlar kalmış ama ne söylediklerini tam
anlayamamıştım. Güneş ışığı çok parlak, etraf çok gürültülüydü. Başıma
aman vermez bir ağrı girmişti.
Bir önceki gece,
savaşa gideceğimi düşünüp gerginlikten uyuyamamıştım. Nimcha kullanmakta
şöyle böyleydim. Ölümcül kullandığım asıl silah, omzuma asılı olan
kıvrımlı yılan yayıydı. Ahşabı çok iyi işlenmişti. Kırmızı bir lake
tabakasıyla nemden korunuyordu. Oklarımın arka ucuna gök mavisi
keskingaga tüyleri takmıştım, uçlarını ise kayalara ve toprağa sihirle
hükmeden kerametçilerin bulduğu jilet gibi keskin obsidiyenden oymuştum.
Icathia'nın deniz kıyısındaki gür ormanlarında ve yüksek dağlarındaki
keçi yollarında yaptığım uzun koşular sayesinde kollarım yayın kirişini
rahatça çekebileceğim kadar uzun ve kuvvetliydi. Bütün gün savaşabilecek
kadar da dayanıklıydım.
Saçını gümüş tellerle
örmüş, o güne kadar gördüğüm en koyu yeşil gözlere sahip olan genç bir
kız, başıma çiçeklerden bir taç koydu. Çiçeklerin kokusu baş
döndürücüydü ama kız dudaklarıma bir öpücük kondurmak için beni kendine
çekince her şeyi unuttum. Altın bir spiralin içine yerleştirilmiş
opalden bir kolye takıyordu. Babamın işçiliğini tanıyınca gülümsedim.
Kıza tutunmaya çalıştım ama diğer askerlerin yürüyüşüyle ilerlemek zorunda kaldım. Onun yerine, yüzünü zihnime kazıdım.
Artık hatırlayamıyorum, sadece gençliğimin ormanları gibi koyu yeşil gözleri aklımda...
Birazdan onlar bile silinecek.
Saijax
Cail-Rynx Kohari Icath'un, kabuğunu yeni soyduğu bir yumurtayı ağzına
atarken “Yavaş be Axa,” dedi. “Bugün işimiz bittiğinde kız seni bekliyor
olacak zaten.”
Colgrim Avel-Essa Kohari Icath'un
da böğrümü dirsekleyerek “He ya,” diye onayladı. “Onunla beraber yirmi
yağız delikanlıyı daha bekliyor olacak.”
Colgrim'in sözlerini işitince kızardım, o ise güldü.
“Ona
Shurima altınından güzel bir kolye yaparsın,” diye devam etti. “O zaman
sonsuza kadar senin olur. Ya da en azından sabaha kadar!”
Kızın
namusuna dil uzattığı için Colgrim'i azarlamam gerekirdi. Ama çok
gençtim ve kendimi bu tecrübeli askerlere kanıtlamak için can atıyordum.
Saijax Koharilerin kalbiydi. Kafası usturaya vurulmuş, derisi
çocukluğunda geçirdiği bir hastalık yüzünden yara izleriyle dolu, iki
çatala ayırdığı sakalının uçlarını balmumu ve beyaz tebeşirle
sertleştirip sivrilten, dev cüsseli bir adamdı. Colgrim ise onun sağ
koluydu. Soğuk bakışlı, ayı gibi bir herifti. Nişanlanma dövmesi vardı
ama karısından bahsettiğini hiç duymamıştım. Bu adamlar birlikte
büyümüşler, ellerine kılıç alabilecekleri yaştan itibaren savaşçılığın
sırlarını öğrenmişlerdi.
Ama ben bu hayata yeni
katılmıştım. Babam bana hakkaklık, yani mücevher oymacılığı ve
kuyumculuk öğretmişti. Titiz ve müşkülpesent bir adamdı. Böyle kaba
sözleri ağzına bile almazdı, benim için de yeniydiler. Bu derisi kalın
adamlara ayak uydurmak için bayıla bayıla onlar gibi konuşmaya
başlamıştım.
Saijax sırtıma koca eliyle bir şaplak
indirerek “Darlama çocuğu Colgrim,” dedi. Kardeşçe bir şaka yapmaya
çalışmıştı ama dişlerim yerlerinden oynamıştı. Yine de memnuniyetle
karşıladım. “Gurup vakti geldiğinde kahraman olmuş olacak.”
Omzuna
attığı balta başlı, upuzun mızrağın yerini değiştirdi. Mızrak devasa
bir silahtı. Abanoz sapına Saijax'ın atalarının adları kazınmıştı. Başı
ise kocaman, jilet gibi keskin bir bronz tabakasından yapılmıştı.
Aramızda bu silahı değil savurmak, yerinden kaldırabilen çok az kişi
vardı. Ama Saijax silah kullanmakta ustaydı.
Yeşil
gözlü kızı son bir kez daha görmek için başımı çevirdim ama sık asker
sıralarının ve kalabalığın sallanan kollarının arasında göremedim.
Saijax “Artık dikkatini topla Axa,” dedi. “Kâhinler, Shurima'lıların Icathia'ya yarım günlük yolları kaldığını söyledi.”
“Yanlarında... Yanlarında ilah savaşçıları da getirmişler mi?” diye sordum.
“Getiriyorlarmış evlat. Getiriyorlarmış.”
“Onları görmek istiyorum, çok mu yanlış bir şey yapıyorum?”
Saijax başıyla itiraz etti. “Hayır, çünkü çok heybetliler. Ama görür görmez, gördüğüne pişman olacaksın.”
Saijax'ın ne kastettiğini anlamamıştım. “Neden?” dedim.
Bana yan yan baktı. “Çünkü hepsi birer canavar.”
“Peki sen hiç gördün mü?”
Gençlik heyecanıyla doluydum ama Sajiax'la Colgrim'in bakışmasını hâlâ hatırlıyorum.
“Gördüm Axa,” dedi Saijax. “Bai-Zhek'de savaşırken bir tanesi karşımıza çıktı.”
Colgrim
“İt herifi gebertmek için dağın yarısını üstüne yıktık,” diye ekledi.
“O halde bile, kellesini almaya yetecek kadar büyük silah bir tek
Saijax'da vardı.”
Hikâyeyi hatırlayınca heyecanla doldum. “Öldüren sendin demek?”
Saijax
başıyla onayladı ama hiçbir şey demedi, ben de daha üstelememem
gerektiğini anladım. Shurima'nın ilah-savaşçıların neticede
ölebildiğinin kanıtını herkes görsün diye, yaratığın cesedi özgürlüğüne
yeni kavuşmuş şehrin sokaklarında gezdirilmişti. Babam, her
Icathia'lının kalbinde yüzyıllardır yanan isyan arzusunu alevlendirir
diye korktuğu için cesede bakmamı istememişti.
Yaratığın
tam olarak neye benzediğinin hatırası silinmiş ama inanılmayacak kadar
büyük, insanlık dışı ve korkunç göründüğünü hatırlıyorum...
Günün ilerleyen saatlerinde ilah-savaşçıları kendi gözlerimle görecektim.
Saijax'ın ne demek istediğini ancak o zaman anlayacaktım.
Yıkık
şehir suru kalıntılarının önündeki hafif meyilli yamaçlara konuşlandık.
Güneş İmparatoriçe'nin bin yıldan uzun bir süre önce gelip şehri ele
geçirmesinden beri taşları yeniden kullanmamız da suru yeniden inşa
etmemiz de yasaktı. Molozlar, kadim yenilgimizin bir hatırası olarak
orada durmak zorundaydı.
Ama şimdi taş ustaları,
işçiler ve kerametçiler, çıtırtılarla büyü kıvılcımları çıkaran bocurgat
mekanizmalarıyla yeni kesilmiş devasa granit bloklarını yerlerine
yerleştiriyorlardı.
Surların yükseldiğini görünce içim gururla doldu. Icathia gözlerimin önünde yeniden doğuyordu.
Bundan
daha etkileyici olan manzara ise, şehre giden sert toprak yola
enlemesine yerleşmekte olan orduydu. Sertleştirilmiş deriden yapılma
zırhlara bürünmüş; baltalarla, kazmalarla ve mızraklarla silahlanmış on
bin kadın ve erkekten oluşuyordu. Ayaklanmadan sonraki günlerde demirci
ocakları kılıç, kalkan ve ok başı yapmak için gece gündüz yanmıştı. Ama
bu asi satraplık, Güneş İmparator'un gözüne ilişip ordular doğuya doğru
yürüyüşe geçene kadar sınırlı miktarda silah üretilebilmişti.
Yasak
metinlerde antik Icathia ordularının resimlerini görmüştüm. Altın ve
gümüş renklere bürünmüş, sıkı saflar halinde dizilmiş cesur savaşçılar.
Biz bu gücün sadece gölgesi olabilirdik ama gururumuz onlarınkinden
eksik değildi. Ordunun iki yanına iki bin pençe süvarisi dizilmişti.
Pullu ve telekli binekleri sabırsızlıkla soluyup ayrık toynaklarını yere
vuruyordu. On beş metre ilerimizde bin tane okçu iki sıra halinde yere
diz çökmüş, mavi tüy takılı oklarını önlerindeki yumuşak toprağa
gömmüşlerdi.
Saflarımızın çoğunu, uzun sıralar
halinde dizilmiş üç blok piyade oluşturuyordu. Kadim zamanlardan beri
bize zulmedenleri püskürtecek bir cesaret duvarı gibiydiler.
Büyücülerimizin
toprak büyülerinin ordunun her yerine yaydığı enerji kıvılcımları
havayı bulanıklaştırıyordu. Shurima'lılar da mutlaka büyücü
getireceklerdi ama bizim büyü gücümüz onlarınkine karşı koyabilirdi.
“Daha önce hiç bu kadar çok savaşçıyı bir arada görmemiştim,” dedim.
Colgrim omuz silkti. ”Hiçbirimiz ömrümüzde böyle bir şey görmedik,” dedi.
“Fazla etkilenmeyin,” dedi Saijax. “Güneş İmparator'un beş tane ordusu var. En küçüğü bile sayıca bizim üç katımız.”
O kadar çok askeri hayal etmeye çalıştım ama başaramadım. “Bu büyüklükte bir orduyu nasıl yeneceğiz?” diye sordum.
Saijax
bana yanıt vermedi. Bunun yerine Koharileri granit bloklardan oluşan
basamaklı bir yapının önündeki yerlerinde sıraya soktu. Yapının tabanına
çakılmış tahta kazıklara Shurima'lı cesetleri geçirilmişti. Leşçil
kuşlar tepelerinde döne döne uçuyordu. Tepesine ise parlak kırmızı ve
mavi ipeklerden yapılma bir çadır kurulmuştu fakat çadırın içinde ne
olduğu görünmüyordu. Çevresine cüppeli rahipler toplanmıştı. Her biri
yıldız metalinden asalarıyla havada karmaşık desenler çiziyorlardı.
Ne
yaptıklarını bilmiyordum ama ısrarcı bir vızıltı sesi duyuyordum. Sanki
bir kovan dolusu böcek zorla kafatasımın içine doluşmaya çalışıyordu.
Çadırın
dış hatları çölde serap gibi dalgalanıyordu. Baktıkça gözlerimi
sulandırdığı için bakışlarımı çevirdim. Dişlerim sallanıp düşecek
gibiydi. Ağzım ekşi süt tadıyla dolmuştu. Öğürüp elimin tersiyle ağzımı
sildim. Elimde kan görünce hem şaşırdım hem de telaşlandım.
“Nedir o?” diye sordum. “İçinde ne var?”
Saijax
omuz silkti. “Duyduğum kadarıyla, yeni bir silah varmış. Kerametçiler
Saabera'daki depremden sonra, toprağın derinliklerinde bulmuşlar.”
“Ne biçim bir silahmış?”
“Ne
fark edecek?” dedi Colgrim. “Altın zırhlı gübre böceklerini dünyanın
yüzünden silip atacakmış. O üç kere lanetlenesice ilah-savaşçıları
bile.”
Güneş tepeye çıkmak üzere olmasına rağmen
sırtımı bir ürperti kapladı. Ağzım aniden kupkuru oldu. Parmak uçlarımda
bir karıncalanma vardı.
Korku muydu bu? Belki de.
Ama belki de, bir ihtimal, başımıza gelecek şeylerin önsezisiydi.
Bir saat sonra, Shurima ordusu geldi.
Hiç
böyle bir kalabalık görmemiş, hele bu kadar çok askerin bir araya
toplandığını hayal bile etmemiştim. Toz sütunları, ölümlü dünyayı
süpürüp götürmeye hazırlanan bir fırtına gibi yükselip toplanan bulutlar
oluşturuyordu.
Sonra tozun dumanın arasından,
Shurima'lı savaşçıların bronz mızraklarını gördüm. Gözümün görebildiği
her yeri, her yönü dolduruyorlardı. Altın sancaklar taşıyan, güneş kursu
totemleri öğlen ışığında parlayan sonsuz bir asker sırası halinde uygun
adım ilerlediler.
Tepelerin eteklerinden dalga
dalga görüş alanımıza girmelerini seyrettik. Yenilgi nedir bilmeyen,
ataları bilinen dünyanın neredeyse tamamını fethetmiş on binlerce asker.
Ordunun önünden yüzlerce uçan araba geliyor, kanatları ise altın renkli
binekleri üstündeki süvariler tutuyordu. Nehir yelkenlisi kadar büyük
ve ağır arabalar, çevresinde alev toplarının ve yıldırımların uçuştuğu
dönen kürelerden oluşan, denizcilerin kullandığı usturlaplara benzeyen
savaş makinelerini çekiyorlardı. Yanlarında cüppeli rahipler de
geliyordu. Her birinin elinde üstünde alev duran asalar, yanlarında da
kör kölelerden oluşan maiyetleri vardı.
Ordunun kalbinde ise ilah-savaşçılar duruyordu.
Korku,
dehşet, akan kanlar bir sürü şeyle birlikte zihnimden silinip gitti.
Ama ilah-savaşçıların görüntüsü, şu andan sonra neler olacaksa onlar
boyunca zihnimde kalacak.
Dokuz tanelerdi.
Liderlik ettikleri askerlerin tepelerinden bakıyorlardı. Vücutları ve
yüzleri insan, hayvan ve bu dünya üzerinde ne görülmüş ne de görülmesi
gereken yaratıkların bir karışımıydı. Bronz ve yeşimden zırhlar giymiş
devler, inancın sınırlarını zorlayan insanlık dışı canavarlardılar.
Fildişinden
yapılmış gibi beyaz ve pürüzsüz tenli olan liderleri, dehşet verici
başını bize çevirdi. Kükreyen bir aslana benzeyen tolgası neyse ki
yüzünü saklıyordu ama küçümseyici bakışlarını saflarımızda gezdirirken
gücünü hissedebiliyordum.
Arkasında elle tutulacak kadar kesif bir dehşet dalgası bırakıyordu.
Ordumuz
düşman kuvvetlerinin büyüklüğü karşısında büzüştü, tek bir darbe
indirilmeden kaçmanın eşiğine geldi. Cesur liderlerimizden cesaret
verici haykırışlar yükselince o anda geri çekilmemiz önlenmiş oldu ama
ben bile seslerindeki korkuyu işitebiliyordum.
Ben
de mesanemi boşaltmak için neredeyse karşı konulmaz bir istek duyuyordum
ama bu hissi iyice bastırdım. Ben Kohari'ydim. İlk savaşımda altımı
ıslatmayacaktım.
Buna rağmen ellerim buz gibi ve sırılsıklamdı. Midemde içimi bulandıran bir düğüm sıkışıyordu.
Kaçmak istiyordum. Kaçmam gerekiyordu.
Böyle bir güce karşı koymamız mümkün değildi.
Colgrim “Şunlara bak, dana gibiler,” deyince saflarımızı sinirli bir gülme aldı. Korkum azaldı.
Saijax
“İlahlara benziyor olabilirler,” dedi. Sesi çok uzaklara kadar
erişiyordu. “Ama aslında ölümlüler. Kanları da akar, can da verirler.”
Sözlerinden güç almıştım ama şimdi, acaba ne kadar yanıldığının farkına varmış mıdır diye düşünüyorum.
“Biz
Icathia'lıyız!” diye gürledi. “Bizler bu topraklara ilk yerleşen
kralların ve kraliçelerin mirasçılarıyız! Buralar doğuştan bize ait.
Evet, sayıca azız ama düşmanımız bizimle savaşmaya kölelerini ve tek
bağlılığı paraya olan askerleri gönderdi.”
Silahını
havaya kaldırdı. Güneş ışığı, silahın cilalı ağzında parladı. O an öyle
görkemli görünüyordu ki, o an istese kıyamete kadar peşinden giderdim.
“Köle olarak değil, özgür yaşamak için savaşıyoruz! Burası bizim memleketimiz. Burası gururlu insanların, özgür insanların ülkesi. Bundan büyük hiçbir güç olamaz. Bu güç sayesinde galip gelen biz olacağız!”
Kohari saflarından tezahüratlar yükselmeye başladı ve ordumuzun diğer alaylarına da hızla yayıldı.
“I-cath-ia! I-cath-ia! I-cath-ia!”
Sesler
şehrimizin yükselmekte olan duvarlarından yankılanarak Shurima
ordusunun kulaklarına kadar gitti. İlah-savaşçılar hızla dönüp
yardımcılarıyla konuştular. Yardımcılar da koşup kendilerine verilen
emirleri iletmeye gittiler. Düşman neredeyse hiç vakit geçirmeden yokuş
yukarı ilerlemeye başladı.
Kasten yavaş yavaş
geliyorlardı. Savaşçılar attıkları her üçüncü adımda mızraklarının
sapını kalkanlarına vuruyorlardı. Birazdan o mızrakların ucunun değeceği
kişilerin yaşama gücünü tüketen, sinir bozucu bir gürültüydü.
Ağzım
kurumuştu, kalbim güm güm atıyordu. Güç almak, boyun eğmez duruşundan
cesaret bulmak için Saijax'a baktım. Dişlerini sıkmıştı. Gözleri sert
bakıyordu. Ruhu korku nedir bilmeyen, şüpheyi reddedip kaderinin
karşısına kararlılıkla dikilmiş bir adamdı.
Ona baktığımı hissedince başını bana çevirdi. “Yumurta yer misin?” dedi.
Avcunda iki tane soyulmuş yumurta tutuyordu.
Başımı iki yana salladım. Yiyecek halim yoktu. O an yiyemezdim.
Colgrim
“Ben yerim,” diye bir tanesini alıp yarısını ısırdı. Saijax da diğerini
yedi. Lokmalarını düşünceli düşünceli çiğnediler.
Shurima'lılar yaklaşmaya devam ediyordu.
Colgrim “Güzel olmuş,” diye görüşünü belirtti.
“Kaynatırken suya biraz da sirke koyuyorum,” dedi Saijax. “Soyması kolay oluyor.”
“İyi fikir.”
“Sağ olasın.”
Konuşmalarına
bakıyor, bu gündelik şeylerden bahsetmeleriyle üstümüze üstümüze
gelmekte olan yenilmez orduyu bağdaştıramıyordum. Yine de yatışmıştım.
Gülmeye başladım. Kahkahalar hızla yayıldı.
Tüm
Kohariler gülüyordu. Çok geçmeden bütün ordumuz, nedenini bilmeden
gülmeye başlamıştı. Az kalsın sonumuzu getirecek olan korku uçup
gitmişti. Kalplerimiz yeniden kararlılıkla doldu, kılıç tutan kollarımız
çelik gibi oldu.
Shurima'lılar bizden yüz metre
uzakta durdular. Soluduğum havanın garip bir tadı vardı, sanki teneke
parçası ısırıyordum. Yukarı baktığımda, savaş makinelerinin üstünde
dönen kürelerin kavurucu bir ışıkla yandığını gördüm. Makinelerin
başındaki rahipler asalarını aşağı savurdular.
Ateş toplarından biri çevresinde döndüğü küreden ayrıldı ve havada bir yay çizerek bize doğru gelmeye başladı.
Tam piyade saflarımızın ortasına düştü ve şeffaf yeşil alevlerle çığlıklar içinde patladı. Ardından bir top, bir top daha geldi.
Ordunun
saflarından yükselen yanık et kokusu burnuma gelince öğürdüm. Yaşanan
kıyım beni dehşete düşürmüştü ama savaşçılarımız yerlerinden
kımıldamamıştı bile.
Üstümüze daha da çok ateş topu
gelmeye başladı ama aramıza düşmek yerine havada sarsıldılar ve
yönlerini değiştirip Shurima'lı mızrakçıların tam orta yerine indiler.
Şaşkınlık
içinde bakınırken kerametçilerimizin asalarını havada tuttuğunu gördüm.
Aralarında, çıtırdayan sihir şimşekleri çakıyordu. Kollarımla
bacaklarımdaki tüyler, üstümüzden bir tül geçmiş gibi diken diken oldu.
Shurima
savaş makineleri kavurucu ateş topları atmaya devam etti ama toplar
güçlerimizin etrafındaki görünmez engele çarpıp havada patladılar.
Acı
çığlıklarını tezahüratlar bastırdı. Tuttuğum nefesi bıraktım. Savaş
makinelerinin hedefinde olmadığım için şükrediyordum. Yaralarından
acınacak bir hale gelmiş yoldaşlarını arka saflara çeken askerleri
seyrettim. Arkada kalmak için karşı konulmaz bir arzu hissediyor
olmalılardı. Ama biz Icathia'lılar kâşif kralların soyundan geliyorduk.
Bu yüzden, ordu saflarındaki yerine dönmeyen tek bir savaşçı bile
olmadı.
Büyücülerimizin zorlandığı belliydi ama
güçleri Shurima'nın ateşini engelleyebilmişti. Basamaklı piramidin
tepesindeki çardağa baktım. Orada da rahipler bütün güçleriyle
uğraşıyorlardı. Ama ne yapmaya çalıştıklarını düşünemiyordum bile.
Çardağın içinde nasıl bir silah vardı? Ne zaman ortaya çıkacaktı?
Saijax
“Yerlerinize,” deyince dikkatimi karşımızdaki orduya yönelttim. “Şimdi
asker yollayacaklar. Bizi sınamak için büyük bir dalga gelecek.”
Artık
koşarak üstümüze gelmeye başlamış olan Shurima'lılara baktım. Önümüzde
saf tutmuş olan okçu sıralarından uçan oklar, onlarca düşman askerini
yere serdi. Bazıları bronz zırhları ve kalkanları sayesinde kurtuldu ama
o kadar yakın mesafedeydiler ki çoğu göğüslerinde zırhlarını delip
içeri giren oklarla yere yığıldı.
Bir yaylım ateşi daha üzerlerine yağdı, hemen ardından bir tane daha geldi.
Yüzlerce kişi yere serilmişti. Safları seyrekleşmiş ve dağılmıştı.
Saijax “Şimdi!” diye gürledi. “Aralarına dalın!”
Piyadelerimiz
üçgen şeklinde dizilip mızraklarını indirerek saldırdı. Arkamdan gelen
insan yığınına kapılıp sürüklendim. Koşarken kılıcımı kınından zar zor
çekmeyi başarmıştım. Kılıcımın kınına takılacağımdan endişelenerek,
korkumu bastırmak için haykırdım.
Shurima'lıların
yüzlerini, saçlarındaki örgüleri, armalarının altın rengini ve
tüniklerine bulaşan kanı gördüm. O kadar yakınımızdalardı ki fısıldasam
duyacaklardı.
Bocalamakta olan askerlerin arasına
yıldırım gibi indik. Mızraklar itilip titredi, sapları darbenin
şiddetinden parçalandı. Saf iradenin ve bin yıldır bastırılan öfkenin
gücüyle arka saflarına kadar ilerledik, sıraları bölüp dizilişlerini
darmadağın ettik.
Öfkem bana güç verdi. Kılıcımı savurdum. Ete saplandı ve üstüme kan fışkırdı.
Çığlıklar duydum. Belki de ben bağırıyordum. Emin olamıyorum.
Saijax'la
Colgrim neredeyse orada Shurima'lıların öldüğünü bildiğim için onlara
yakın durmaya çalışıyordum. Saijax'ın dev baltasıyla düşman askerlerini
düzine düzine alt ettiğini görüyordum ama Colgrim'i artık göremiyordum.
Saldıran savaşçıların itiş kakışı sırasında çok geçmeden Saijax'ı da
gözden kaybettim.
Bağırarak adını söyledim ama sesim savaşın kükremesine karışıp gitti.
İnsan vücutları bana çarpıyor, beni çekiştiriyor, yüzümü tırmalıyorlardı. Icathia'lılar mıydı Shurima'lılar mı hiç bilmiyorum.
Kalbime
doğru bir mızrak uzandı ama ucu göğüs zırhımdan kayıp kolumu kesti.
Acıdan başka pek bir şey hatırlamıyorum. Kılıcımı haykıran bir adamın
suratına gömdüm. Yere düştü. Korkunun ve vahşice sevincimin
çılgınlığından korkunun kendisini unutup ilerledim. Kükrüyor, kılıcımı
deli gibi savuruyordum.
Artık becerinin bir anlamı kalmamıştı. Et doğrayan bir kasaptım şimdi.
Benden
çok daha becerikli savaşçıların öldüğünü gördüm. Bir et ve kan
girdabında kaybolarak ilerlemeye devam ettim. Nerede açıkta kalmış bir
sırt veya boyun görsem saldırıyordum. Yaptığım kıyımdan gaddarca bir
zevk alıyordum. Bu günün sonu nasıl gelirse gelsin, savaşçılar arasında
başımı dik tutabilecektim. Tepemizden daha çok ok geçti. Ordumuzdan
özgürlük şarkıları yükseliyordu.
Tam o sırada Shurima'lılar pes etti.
Her
şey tek bir köle savaşçının dönüp kaçmasıyla başladı. Paniği kuru otlar
arasında alev gibi yayıldı. Kısa süre sonra bütün ordu kolu tepeden
aşağı koşturmaya başlamıştı.
Bu anı yaşamak için
çalıştığımız günlerden birinde, Saijax bana her savaşçı için en
tehlikeli anın bir taburun dağıldığı an olduğunu söylemişti. Katliam
işte o zaman gerçekten başlardı.
Kaçmakta
olan Shurima'lıları yarıp geçtik. Mızraklar korumasız sırtlara
saplanıyor, baltalar kafataslarını yarıyordu. Artık karşı koymuyorlar,
birbirlerini ezip geçerek kaçıyorlardı. Dökülen kan dehşet vericiydi ama
yüzlerce kişi kıyıma uğrarken ben yine de zevk alıyordum.
O sırada Saijax'ı yeniden gördüm. Dimdik durmuştu, mızraklı baltası yanındaydı. “Durun!” diye bağırdı. “Durun!”
Çekingenliğine küfredesim geldi. Kanımız kaynıyor, Shurima'lılarsa panik içinde kaçıyordu.
Ben o anda bilmiyordum ama aslında Saijax ne kadar tehlikeli bir konumda olduğumuzu fark etmişti.
“Geri çekilin!” diye bağırdı. Onun gördüğünü gören diğer savaşçılar da aynı şekilde bağırmaya başladı.
Zaferinden
sarhoş, ilerlemeye hevesli ordu başta bu sözlere kulak asmadı.
Düşmanlarımızı hepsi ortadan kalkana kadar öldürmeye, ülkemizi
yüzyıllardır rehin tutan askerlerden intikam almaya kilitlenmiştik.
Tehlikeyi görmemiştim ama fark etmem uzun sürmedi.
Savaş
saflarımızın en uçlarından çığlıklar yükselmeye ve kanlar fışkırmaya
başladı. Kesilmiş kafalar suyun üstünde sektirilen taşlar gibi gerilere
uçtu. Hemen arkalarından kolayca sağa sola fırlatılan bedenler geldi.
Özgürlük şarkıları sustu, dehşet çığlıkları ve haykırışlar duyulmaya başladı.
İlah-savaşçılar çatışmaya girmişti.
Üç
tanesi saflarımıza daldı. Kimi insan gibi, kimi gözü dönmüş vahşi
hayvanlar gibi hareket ediyordu. Her birinin insanların kaldıramayacağı
kadar ağır silahları vardı. Durdurulamaz ve yenilmezlerdi. Silahlarını
her savuruşlarında bir düzine asker öldürerek ordumuzun arasına
girdiler. Kıvılcımlar atan silahlarından Icathia'lı parçaları saçılıyor,
Icathia'lı gövdeleri ayaklarının altında eziliyor ya da kanlı
paçavralar gibi dağılıyordu.
Saijax “Çekilin!” diye haykırdı. “Surlara çekilin!”
İlah-savaşçıların
zırhlarını kimse delemiyordu. Yırtıcılıkları öylesine ilkel, öylesine
insanlık dışıydı ki olduğum yerde donup kaldım. Demir sertliğindeki
derilerine çarpan mızraklar kırılıyordu. Kükremeleri beni iliklerime
kadar titretmişti. Hırpalanmış kuş kanatları ve akbaba gibi bir gagası
olan, karga sesi gibi sesler çıkaran bir yaratık havaya sıçradı. Açtığı
pençelerinden yakıcı mavi alevler yayıldı. Yurttaşlarımın yanıp kül
olduğunu görünce acıyla haykırdım.
Bizi daha birkaç
saniye önce zafer ve şan umuduyla doldurmuş olan kıvanç, şimdi yere
düşen bir bardak gibi paramparça olmuştu. Onun yerine gelecekte
çekeceğimiz eziyetlerin, akla hayale sığmayacak kadar acımasız bir
despotun intikamının mide bulandırıcı dehşeti dolmuştu içime.
Birinin omzumu tuttuğunu hissedip kılıcımı kaldırdım.
Saijax beni gerilere itekleyerek “Yürü Axa,” dedi. “Savaş daha bitmedi!”
Beni
öyle kuvvetli tutup sürüklüyordu ki ayak uydurmakta zorlanıyordum.
Birlikler ilk konumlandığımız yere akın akın dönerken ben ağlıyordum.
Saflarımız dağılmıştı, belli ki kaybetmiştik.
Ama ilah-savaşçılar kaçanları bile kovalamadan ölülerin arasında durmakla yetiniyorlardı.
“Bir silahımız olduğunu söylemiştin,” diye bağırdım. “Neden hiçbir şey yapmıyorlar?”
“Yapıyorlar,” dedi Saijax. “Bak!”
Bunun ardından olanlar benim anlayış kabiliyetimi aşıyor. Hiçbir ölümlü göz böyle bir şey görmemiştir eminim.
Çadır,
yol yol çatallanan ışıklarla patladı. Sağa sola atlayan mor enerji
çemberleri gökyüzüne yükseldi ve kayalara vuran dalgalar gibi toprağa
çarptı. Patlamanın gücü herkesi yere serdi. Havayı sağır edici bir
çığlık doldurdu. Kulaklarımı tıkadım.
Dünyanın
kendisinin korkuyla haykırmasına benzeyen bu ses kafatasımın
derinliklerine saplanırken bütün vücudumu savaştan altüst olmuş toprağa
bastırdım. Midem parçalanacak gibi bulanıyordu. Yan yatıp kustum.
Eskiden parlak mavi olan gökyüzü, şimdi bir hafta önce berelenmiş deri
rengindeydi. Doğaüstü bir alacakaranlık çökmüştü. Havada kırpışan
görüntülerin, zihnimin derinliklerine dağlandığını hissettim.
Savrulan pençeler... Kuyu gibi ağızlar... Her şeyi gören gözler...
Bu dehşet verici görüntülere bakarak hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.
Elimden alınan şeylerden bir tek bunu yitirmiş olmaktan memnunum.
Hastalıklı
mavi ve çirkin mor renklerde bir kâbus ışığı hem yukarıdan bastırıp hem
de çok, çok derinliklerde çiçek gibi açarak dünyayı boğdu. Zar zor
ayaklandım. Etrafımda dünya yok olurken yavaş yavaş kendi etrafımda
dönmeye başladım.
Rahiplerimizin açığa çıkardığı bu
güç her neyse onun karşısında dehşete düşen Shurima'lılar, akın akın
şehirden çekiliyorlardı. Düşmanlarım yok oluyordu. Zafere ulaştığımı
hissetmem gerektiğini biliyordum, ama bu... Bu, aklı başında kimsenin
sevinebileceği bir zafer değildi.
Bu katliamdı.
Shurima'lıların
ortasında, mor ışıklar yayan dipsiz bir uçurum açıldı. Fildişi derili
generallerinin tuhaf bir maddeden oluşmuş, savrulan halatlara yenik
düştüğünü gördüm. Kılıcını canhıraş savurarak kurtulmaya çalıştı ama
dünyaya saldığımız güç başa çıkamayacağı kadar fazlaydı. Nabız gibi
atan, parıldayan ışık; iğrenç bir koza gibi gövdesini kapladı.
Nereye
baksam aynı kaygan uzantıların topraktan, hatta boş havadan çıkarak
ölümlülerin etlerini kıskıvrak yakaladığını görebiliyordum. Kadınlı
erkekli bir sürü insan tutulup sürükleniyordu. Bir Shurima'lı kaçmak
için toprağı tırmalarken, vücudunu kaplamış olan hastalıklı enerji
uzantılarının bedenini erittiğini gördüm.
Bu kıyametin baştan beri planlanmış olduğunu ummaya, öyle olması için dua etmeye başladım.
Titreşen
ışığın içinde, ne olduğu anlaşılmayacak kadar belirsiz ve hızlı hareket
eden şekiller gördüm. Tuhaf, katran gibi bir maddeden oluşmuş, gerilen,
şişen uzantılar. İnsanlar durdukları yerde yakalanıp paramparça
oluyorlardı. Dünyanın yüzünde yürümek için yaratılmamış şeylerin
gurultulu, iniltili bağırışlarını duydum.
Durum o
kadar kötüleşmişti ki bu yaşadıklarımızın, rahiplerin bulduğu güçlü
silahı kullanmamızın bedeli olup olmadığını düşündüm. Shurima'lıların
çektiği acıları düşünmemeye çalıştım. Bize yüzyıllardır yaşattıkları
sefaleti hatırladım.
Saijax'la Colgrim'i yine
kaybetmiştim. Ama artık kendimi toplamak için onların yanımda olmasına
ihtiyacım yoktu. Büyükbabamın adını ve kolumdaki damgayı taşımaya layık
olduğumu göstermiştim.
Kohari'ydim ben!
Gökyüzü,
fırtınada yırtılan yelken gibi bir iniltiyle bel verdi. Dönüp şehre
koştum, diğer askerlerin arasına katıldım. Yüzlerinde, kendi yüzümde de
olduğunu tahmin ettiğim umutsuz, dehşet dolu bir ifade vardı.
Kazanmış
mıydık? Hiçbirimiz bilmiyorduk. Shurima'lılar dünyaya saldığımız dehşet
tarafından yutulmuş, yok olmuşlardı. Pişman değildim. Vicdanım
sızlamıyordu. Korkunun yerini kendini haklı çıkarma isteği almıştı.
Nimcha
kılıcımı savaşın cinneti içinde bir yerlerde kaybetmiştim. Yayımı
omzumdan alıp gökyüzüne kaldırdım. “Icathia!” diye bağırdım. “Icathia!”
Çevremdeki
askerler yine bu bağırışa katıldı ve durup, düşmanın sonunda
yenilmesini izledik. Onları yutmuş olan madde kütlesi, tükettiği etin
etrafına kefen gibi dolanmıştı. Yüzeyi dalgalanıyor, parlak kabarcıklar
şişip patlıyor, içlerinden köpüre köpüre doğum keseleri çıkıyor, bu
keseler yeni doğmuş hayvanlar gibi kıvranıp açılıyordu.
Kulakları sağır eden bir kaya gacırtısı duyunca sesin geldiği tarafa döndüm.
Yeryüzünde
çatlaklar açılmaya devam ediyor, her biri açılırken çıkan çatırtılar
gümbür gümbür yankılanıyordu. Yer sarsıldı. Icathia'nın bir zamanlar
yıkılmış, tekrar inşasına daha yeni başlanmış olan surları toprağı ikiye
ayıran derin bir gacırtıyla parçalandı.
Şehrin
içinden toz ve duman sütunları püskürdü. Askerlerin çığlık attıklarını
gördüm ama devrilen kayaların ve yarılan toprağın sesinden onları
duyamadım. İlk Büyücü Kral'ın yıldız metalinden asasını yere diktiği
günden beri ayakta olan kuleleri ve sarayları, sürekli genişleyen
uçurumlar yutuyordu. Sevgili şehrim yanık bir iskelete dönüşmüştü.
Geriye sadece moloz ve kırık parçalar kalmıştı.
Alevler
göğe fışkırıyor, halkım derinliklerdeki tiksinti verici sonuna doğru
düşerken attıkları içler acısı çığlıklar her nasılsa şehrin
kanyonlarında yankılanıyordu.
Son bir kez “Icathia!” diye haykırdım.
Gözümün
ucuyla bir hareket sezdim. Bir şey uçarak üstümden geçince irkildim.
Savaşın başlarında görmüş olduğum akbaba kafalı ilah-savaşçı olduğunu
fark ettim. Aksak aksak uçuyordu, topraktaki yarıklardan yayılan tuhaf
madde kollarıyla bacaklarının bir kısmını yok etmişti bile.
Mahvolmuş
kanatlarını umutsuzca çırparak çardağa doğru uçuyordu. Onu
durdurmalıydım. Devasa yaratığa doğru koşarak yayıma obsidiyen uçlu bir
ok taktım.
Yaratık sendeleyerek indi. Bacakları
çarpılmıştı. Onu yiyip tüketmekte olan uzantılar sırtında kıvıl kıvıl
oynaşıyordu. Rahiplerin, içlerinde hareket eden şeylerle köpürüp dağılan
cesetlerinin yanından geçerken başındaki tüyler ve deri kabarıp kalktı.
Son gücüyle ellerinin etrafına ateş toplayarak çadırı yakmaya hazırlandı.
Saijax,
Güneş-İmparator'un başka orduları olduğunu da söylemişti. Onları
yeneceksek silahımıza zarar gelmemeliydi. Obsidiyen okumla
ilah-savaşçıyı hedef alarak kirişi çektim.
Kirişi bıraktığımda ok dosdoğru hedefine gidip, yavaş yavaş çözünmekte olan kafatasını paramparça etti.
İlah-savaşçı
yere yıkıldı. Ellerindeki ateş söndü. Eti kemiklerinden ayrılırken yana
döndü. Altında soluk renkli, kayış gibi bir maddenin oluştuğunu gördüm.
İlah-savaşçı
varlığımı sezip, akbaba kafasını bana çevirdi. Gözlerinden biri
bulanıklaşmış, tüm kafasına yayılan garip, mantar gibi bir maddenin
uzantılarıyla şişmişti. Diğerinden okum çıkıyordu.
Kör ilah-savaşçı zar zor “Nasıl bir... hata yaptığının... farkında mısın... ahmak Icathia'lı?” diyebildi. Çözünmekte olan ses telleri yüzünden sesi ıslak bir hırıltı gibi çıkıyordu.
Bir ilah-savaşçıyı öldürdüğüm anı ölümsüzleştirebilecek, güçlü sözler düşünmeye çalıştım.
Ama aklıma sadece gerçek geldi. “Esaretten kurtulduk,” dedim.
“Asla... açılmaması gereken... bir kapıyı... açtınız...” diye tısladı. “Hepimizi... yok olmaya... mahkûm ettiniz...”
“Senin ölmenin vakti gelmedi mi artık?” dedim.
İlah-savaşçı gülmeye çalıştı ama guruldayan bir ölüm hırıltısı çıkarabildi ancak. “Ölmek ha...? Hayır... Başımıza... ölmekten... çok daha kötüsü gelecek... Sanki hiç... var olmamışız... gibi olacak...”
Oku
ilah-savaşçının kafatasına gömülü bıraktım. Üstü başı kan içinde,
yorgun askerler topallaya topallaya savaştan dönüyorlardı. Gözlerinde
aynı inanmaz korku ifadesi vardı. Hiçbirimiz esasen ne olduğunu
anlamamıştık ama Shurima'lılar ölmüştü ya, o yeterdi.
Yeter miydi?
Karmakarışık
kafalarımızla, ne yapacağımızı ya da diyeceğimizi bilemeden dolanıp
duruyorduk. Şehrin önündeki yer şekilleri doğal olamayacak hareketlerle
bükülüyordu. Shurima ordusunun cesetleri iğrenç bir maddeden oluşan,
solgun, kıvrım kıvrım iplerle kaplanmıştı. Bu yığının yüzeyi gözlerimin
önünde koyulaşıp böcek ya da kaplumbağa kabuğu gibi sertleşerek,
sertleştiği yerlerden ayrıldı. İçinden koyu kıvamlı bir irin akmaya
başladı. Baktıkça, bu olanların çok daha kötü bir şeyin sadece
başlangıcı olduğunu daha da belirgin şekilde hissediyordum.
Topraktaki
devasa uçurumdan hâlâ ışık çıkıyor, çok derinlerden ciyaklama, tıslama
ve delice ulumaların karışımı olan yabancı sesler yankılanıyordu.
Dünyanın derinliklerinden, depremden önce dip kayaların yavaş yavaş
birbirine sürtünmesine benzeyen titreşimler geldiğini hissedebiliyordum.
Tanımadığım
bir adam “Aşağıda ne var?” diye sordu. Şeffaf bir kese kolunu neredeyse
tamamen kaplamış, boynunun yan tarafından yavaş yavaş yukarı çıkıyordu.
Acaba farkında mıydı? “Galiba bir şeyin yuvası. Ya da ini ya da... öyle
bir şey.”
Orada nasıl mide bulandırıcı şeylerin yaşadığı konusunda hiçbir fikrim yoktu. Olmasını da istemiyordum.
Birinin
bana seslendiğini duydum. Başımı kaldırınca Saijax'ın topallayarak
geldiğini gördüm. Sağ gözünün üstünden çenesine kadar uzanan tırtık
tırtık bir yara, yüzünü kandan bir maskeyle kaplamıştı.
Saijax'ın da kanının akabileceği, o ana kadar aklıma bile gelmemişti.
“Yaralanmışsın,” dedim.
“Göründüğünden de kötü,” dedi.
Ona “Dünyanın sonu mu geldi?” diye sordum.
“Dünyanın
değilse bile, Icathia'nın sonu geldi,” deyip, bir süvarinin başıboş
bineğini dizginlerinden yakalamak için uzaklaştı. Hayvan ürkmüştü ama
Saijax dizginleri yakalayıp eyere oturdu.
“Shurima'lıların yenildiğini görmek için her şeyimi verirdim,” diye mırıldandım.
“Maalesef her şeyimizi verdik sanırım,” dedi Saijax.
“Ama... kazandık.”
“Shurima'lılar öldü. Ama galiba ikisi aynı şey değil,” dedi Saijax. “Şimdi kendine bir binek bul. Gitmeliyiz!”
“Nasıl gitmeliyiz? Ne diyorsun sen?”
“Icathia'nın
sonu geldi,” dedi. “Görmüyor musun? Sadece şehrimiz değil, tüm
topraklarımız yok olacak. Etrafına bak. Onların başına ne geldiyse bizim
de başımıza o gelecek.”
Haklı olduğunu biliyordum ama bir hayvana atlayıp kaçıvermek...? Yapabilirmişim gibi gelmiyordu.
“Icathia benim yuvam,” dedim.
“Icathia'dan geriye bir şey kalmadı. Ya da en azından, birazdan kalmayacak.”
Elimi tutmak için uzandı, elini tutup sıktım.
Yaklaşmakta olan dehşete bir bakış atarak “Axa...” dedi. “Buranın kurtulma umudu yok.”
Başımı sallayıp “Burada doğdum, burada öleceğim,” dedim.
“O
zaman hâlâ hatırlayabiliyorken anılarına sıkı sıkı yapış evlat,” dedi.
“Başka bir şeyin kalmadı.” Üzüntüsünün ve suçluluğunun bütün ağırlığını
hissettim.
Saijax bineğini çevirip uzaklaştı. Onu bir daha asla görmedim.
Benim adım Axamuk Var-Choi Kohari Icath'or.
Axamuk galiba... büyükbabamın adıymış. Bir anlamı var ama ne olduğunu artık hatırlamıyorum.
Bir
zamanlar görkemli bir şehir olan harabelerde gezindim. Artık şehirden
geriye sadece inanılmayacak kadar büyük bir krater, molozlar ve dünyanın
dokusunda bir yırtık kaldı.
Karşımda korkutucu bir boşluk hissediyorum.
Axamuk kral mıymış neymiş. Nerenin kralı olduğunu hatırlamıyorum. Buranın mıydı acaba? Bu mahvolmuş, batık şehrin mi?
Var'ın
da Choi'nin de anlamını bilmiyorum. Icath'or'un da benim için bir
anlamı varmış herhalde ama o her neyse, unuttum. Bir zamanlar zihnimin
ve hatıralarımın olduğu yerde feci bir hiçlik var.
Benim adım Axamuk Var-Choi Kohari.
Kohari mi? O ne demek?
Kolumda
bir işaret var. Parşömenle sarılmış bir kılıç. Köle damgası mı? Bir
fatihin mi malıydım? Yeşil gözlü, opal kolyeli bir kız hatırlıyorum. O
kimdi? Karım mıydı? Kız kardeşim miydi? Kızım mıydı? Bilmiyorum. Ama
elindeki çiçeklerin kokusunu hâlâ hatırlıyorum.
Benim adım Axamuk Var-Choi.
Adımı tekrar tekrar söyleyerek, sanki bu yavaş yavaş çözünme hâlini durdurabilecekmiş gibi ona sarılıyorum.
Onu unutmak istemiyorum. Elimde bir o kaldı.
Adım Axamuk.
Dünyadan siliniyorum. Bunu biliyorum ama nasıl ve neden olduğunu bilmiyorum.
İçimde feci bir şey kıvranıyor.
Bütün benliğim çözülüyor.
Yok oluyorum.
Benim adım
Benim
Ben